Hikayelerim

Ölümün Kıyısında!

Küçük Esra daha 3 yaşındaydı. Bıcır bıcır, yemyeşil gözleri olan, dünyalar tatlısı bir çocuktu. Görenlerin bakmaya bile doyamayacağı bir çocuktu. En keyif aldığı şey, şişme havuzuna girip suyla oynamaktı.

Doğduğu günden bu yana anne ve babası onun üzerine titriyordu. Ahmet ve Ayşe’nin ilk çocuklarıydı. Ayşe zorlu bir hamilelik süreci geçirmişti ama Esra doğduğu anda tüm sıkıntılarını unutmuştu.

Aradan 3 yıl geçmişti. Esra’nın 3. yaş günü kutlanacaktı. Ahmet ve Ayşe, bu doğum günü için konuşuyorlardı.

Ahmet: Hayatım, bu sene doğum gününü memleketimizde yapalım mı ne dersin?
Ayşe: Bilmem ki, aslında evet olabilir. Fakat sen izin alabilecek misin?
Ahmet: Zaten Mayıs ayına denk geliyor. O tarihlerde sıkıntı olmaz. Yaz iznimi Mayıs’ta kullanırım. Hem bizimkileri de görmüş oluruz. Onlar da çok sevinir.
Ayşe: İyi düşündün bitanem. Harika olur.

Bu konuşmadan sonra Ahmet patronuna gidip, Mayıs ayı için 1 haftalık izin istedi. Zor da olsa izni kopardı. Ertesi gün hazırlıklar başladı. Ayşe eşyaları valizlere yerleştirirken, Ahmet Esra’nın çocuk koltuğunu arabaya yerleştirdi. Valizleri bagaja yerleştirdiler ve Esra’yı da çocuk koltuğuna oturttular. Ahmet arabaya bindikten sonra, Ayşe’de kucağında Esra ile birlikte ön koltuğa oturdu. Ahmet Ayşe’ye sert bir bakış attı ve;

Ahmet: Hayatım, arka koltuğa baktın mı?
Ayşe: Hayır canım bakmadım, ne oldu ki?
Ahmet: Bir zahmet bi bak gülüm.

Ayşe arka koltukta, çocuk koltuğunu gördü ve;

Ayşe: Çocuk koltuğunu takmışsın ama bizimki durmaz ki orada.
Ahmet: Çocuk bu, tabii ki sıkılacak ağlayacak. Sen de arka koltuğa geç hadi.

Ayşe’nin canı sıkılmıştı. Arka koltuk çok sıkıcıydı çünkü. Yine de kocasına karşı gelmedi ve Esra’yı çocuk koltuğuna oturttu ve kemerini taktı. Kendisi de Esra’nın yanına oturdu.

Ahmet: Hazır mıyız?
Ayşe: Hazırız hayatım

Ahmet aynadan şöyle bir baktı. Ayşe emniyet kemerini takmamıştı.

Ahmet: Gülüm, sen neden kemerini takmıyorsun?
Ayşe: Aman hayatım ya, sen de amma çok takıldın ha. Arka koltukta kemer takmaya ne gerek var ki?
Ahmet: Niye? Arka koltukta oturanlar zemzem suyuyla mı yıkandı? Tak sen de kemerini.
Ayşe: Offf, tamam tamam takıyorum.

Ahmet de emniyet kemerini taktı ve motoru çalıştırıp yola çıktılar. Esra konuşmayı yeni yeni öğreniyordu. Daha doğrusu, artık derdini anlatacak kadar konuşmayı öğrenmişti. Yol boyunca şarkılar söylediler, güldüler, konuştular.

Yola çıkalı yaklaşık 5 saat olmuştu. Esra ve Ayşe uykuya dalmışlardı. Ahmet de anne ve babasıyla uzun bir süre sonra görüşeceği için heyecanlıydı. Ankara’ya varmak üzerelerdi. Beypazarı ilçesinden geçiyorlardı. Kırmızı ışıkta durdu Ahmet. Kendisine yeşil yanmasını bekliyordu. Yeşil ışık yandı. Önce sağına soluna baktı ve kimsenin olmadığından emin olduğunda aracını hareket ettirdi. Birkaç metre gitmişti ki, sol taraftan bir araç hızla kendilerine çarptı. Yaklaşık 7-8 kez kendi etrafında dönen araçları, yol kenarındaki elektrik direğine çarparak durdu.

Ahmet büyük bir korku ile arkasına baktı. Esra ve Ayşe ağlıyordu ve neyse ki hala yerlerindeydiler. Ayşe’nin yüzünün sol tarafında çizikler vardı. Sol kolunu tutuyordu. Esra’da ise neyse ki bir şey yoktu.

Ahmet hemen araçtan indi. Önce kızının kemerini çözüp kucağına aldı. Sonra karısını araçtan çıkardı ve yolun sağ tarafında bulunan banket kısmına geçti. Çevredekiler koşarak geldiler. Diğer araçta bulunanları çıkarmaya çalıştılar. Fakat artık çok geçti. Araçta bulunan biri çocuk 3 kişi oracıkta hayatını kaybetmişlerdi.

Polis, ambulans ve itfaiye kısa bir süre sonra kaza yerine gelmişti. Ahmet ve ailesini ambulansa alıp hastaneye götürdüler. Çok şükür birkaç çizik dışında bir şeyleri yoktu. Ayşe ağlamaklı gözlerle Ahmet’e döndü ve sarıldı;

Ayşe: Canım, bitanecik kocam. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır. Eğer emniyet kemerlerimizi taktırmasaydın, kızım da ben de belki şu an hayatta değildik.
Ahmet: Siz benim hayat amacımsınız. Çok şükür atlattık. Bunları düşünme sen gülüm. Geldi geçti.

Polisler gelip ifadelerini aldıktan sonra, hastaneden taburcu edildiler. Polisler onları otogara bıraktılar ve ilk otobüse binip, Mersin’e doğru yola çıktılar.

Büyük bir badire atlatmışlardı. Diğer tarafta kırmızı ışıkta oldukça hızlı geçen bir araç ve içinde yok olup giden bir aile vardı. Bunun üzüntüsü, kazanın şoku derken, Mersin’e vardılar. Bir taksiye atlayıp, Ahmet’in babasının evine gittiler.

Onları kapıda gören anne ve baba çok şaşırmış, bir o kadar da sevinmişti. Birbirlerine sarıldılar ve olan biteni bir bir anlattılar.

Ailenin geri kalanları, anlatılanlar karşısında üzüntü ve korku duygusunu bir arada yaşıyorlardı. Ölenlere üzülüyorlardı ama kalanlara da seviniyorlardı.

Sohbet, muhabbet derken yemek vakti geldi. Sofra kuruldu, yemeğe oturdular. Babası Ahmet’in gelişi şerefine büyük rakı açtı ve oğluyla karşılıklı içtiler. Ahmet’in kardeşi de bağlamasını alıp türküler söyledi. Tüm aile, neşe içinde bir akşam geçirip yattılar.

Sabah olduğunda horozların sesi ile güne başladılar. Güneş kendini göstermiş, kuşlar cıvıldıyordu. Ahmet gözlerini ovuşturdu ve yanındaki Ayşe’ye ” Hadi gülüm, sabah oldu kalkalım ” dedi. Ayşe saate baktı, 6.30’du. ” Hayatım bu saatte kalkılır mı ” dedi.

Ahmet: İstanbul’da değiliz karıcım, burada böyle.
Ayşe: Of ya tamam.

Birlikte kalktılar. Ev ahalisinin bir kısmı mutfakta kahvaltıyı hazırlıyor, diğer kısmı bahçede oturuyordu. Sağa sola bakındılar ama Esra’yı göremediler.

Ahmet: Baba, Esra’yı gördünüz mü?
Babası: Dışarıda oynuyorlardır oğlum. Burası İstanbul değil korkma.

dedi ve gülümsedi. Fakat Ahmet’in içi hiç rahat değildi. ” Ben şunlara bakayım bi ” diyerek dışarı çıktı.

Kapının önünde çocuklar oynuyordu. Yeğenlerine seslendi ” Çocuklar Esra nerede? ” diye. ” Dayı Esra şu ağacın arkasında oynuyordu ” dedi Selim.

Ahmet o tarafa gitti ama Esra’yı göremedi. Sağa baktı, sola baktı yoktu. Çocuklara sordu, ailesine sordu ama Esra yoktu. Koşarak köy merkezine indi. Muhtara sordu, kahvedekilere sordu ama Esra yoktu. Muhtarlıktan köye anons yaptırdı. Fakat aradan geçen 4 saate rağmen Esra’dan haber çıkmamıştı.

Ayşe ağlamaktan perişan olmuştu. Ahmet bir yandan Ayşe’yi sakinleştirmeye çalışıyor, diğer yandan için içini yiyordu. Evde bir cenaze havası hakimdi. Kimsenin ağzından çıt çıkmıyordu. Ahmet Jandarma’yı aradı ve kızının kayıp olduğunu söyledi. Çok geçmeden eve Jandarma ekipleri geldi. Esra’nın fotoğrafını, bilgilerini ve kaybolduğunda üzerinde bulunan kıyafetleri öğrendiler.

———————–

Jandarma karakoluna yeni atanan Astsubay Kıdemli Çavuş Anıl oldukça hırslı bir gençti. Henüz 25 yaşında olmasına rağmen, oldukça tecrübeli ve girişken biriydi. Karakol komutanı olarak görev yapıyordu. İhbarı alınca bizzat kendisi gitti. Çünkü bu tür konulara karşı oldukça hassastı. Ortalık sapık kaynıyordu. Bunun yanında kendisinin de 4 yaşında bir kızı vardı. Onun üstüne titriyordu. İşten eve geldiğinde kızının ” Babacım hoşgeldin ” demesi, onu dünyanın en mutlu insanı yapıyordu.

İhbarı alınca hemen Alaya ve Akut’a bilgi verdi.

Arama çalışmalarına köylüler de katılmıştı. Bunun yanında olay Müge Anlı’ya kadar intikal etti. O da programında Esra’nın kayboluşunun ardındaki sır perdesini aralamaya çalışıyordu. Emniyet, Jandarma, Akut, köylüler, vatandaşlar, herkes Esra’nın bir an önce bulunması için elinden geleni yapıyordu.

Aradan tam 1 hafta geçmişti. Herkes ümidini kaybetmek üzereydi. Ayşe ve Ahmet ağlamaktan, üzülmekten perişan bir hale düşmüşlerdi. Fakat Esra’dan hala haber yoktu.

Olayın soruşturmasını Anıl yapıyordu. Esra artık uykularına girmeye başlamıştı. Kabuslarla uyanıyor ve uyandıktan sonra koşup kızını öpüyordu. Ayşe ve Ahmet’in ne halde olduğunu düşünmek bile istemiyordu. Köyde yaşayan hemen hemen herkes sorguya alınmıştı.

Anıl, sorgulananların listesini aldı. Daha sonra Muhtardan köyde yaşayanların bir listesini aldı. İki listeyi karşılaştırdı ve sadece 3 kişinin ifade vermediğini gördü. Hemen devriye ekibini çağırdı ve 3 kişinin ismini ve oturduğu evin adresini verdi. ” Bu 3 kişiyi alıp gelin ” dedi. Kendisi de karakola geçti.

Ekip o 3 kişiden 2’sini bulup getirdi. Anıl bizzat kendisi sorguladı. Fakat 2 kişide Esra’yı kaçırabilecek gibi durmuyordu. Artık tüm gözler, ifadeye gelmeyen Ali’deydi.

Anıl savcı ile görüşüp durum hakkında bilgi verdi. Savcı, Ali’nin yakalanması için soruşturma başlattı. Fakat Ali köyde yoktu. Ailesiyle görüşmeye karar verdiler.

Ailesi, Ali’nin saf bir çocuk olduğunu, bir karıncayı bile incitemeyeceğini söyledi. Ali 25 yaşındaydı ama zeka yaşı 10’du. Hatta bununla ilgili raporu vardı. Köylülerle yapılan görüşmelerden de aynı sonuç çıkmıştı.

Durum gittikçe daha garip bir hal almaya başlamıştı. Anıl’ın kafasında deli sorular vardı. ” Esra nerede “, ” Esra’yı Ali’mi kaçırdı ” , ” Esra’yı Ali kaçırmadıysa Ali nerede ” gibi.

Bu sırada Anıl’a en çok yardımcı olan, köyün en zengin kişisi olan Hacı Rüstem’di. Rüstem devamlı sorup soruşturuyor, araştırma yapıyor ve Esra’yı bulmak için büyük bir çaba harcıyordu. Rüstem’in 2 oğlu vardı. Birisi Ankara’da yaşayan Selim, diğeri köyde ona yardım eden Mustafa idi. Selim, Ankara’da bir mağaza işletiyordu. Mustafa babasının yetiştirdiği ürünlerin pazarlamasını yapıyor, hesapları tutuyor, işçilere yövmiyelerini veriyordu. Hatta Mustafa Müge Anlı’nın programına katılmış ve Esra’yı sabah saatlerinde köyde koşarken gördüğünü söylemişti.

Tüm ülke ayağa kalkmıştı kısacası. Herkes Esra’nın bir an önce sağ salim bulunması için dua ediyordu. Akut bir yandan, Anıl bir yandan, Emniyet bir yandan, savcılık bir yandan, olayın aydınlanması için çabalıyordu.

Arama alanı iyice genişlemişti. Köyün oldukça dışına taşmıştı. Derken uzaktan bir ses geldi: ” Komutanımmmmmm ” diye. Hemen o noktaya gittiler. Köylülerden biri, Esra’nın tişörtünü bulmuştu. Arama o bölgede yoğunlaştı. Esra’nın tişörtünün bulunduğu noktadan 500 metre ileride bir kulübe gördüler.

Anıl askerlere komut verdi: ” Dikkatli bir şekilde kulübenin etrafını sarın. Elleriniz tetikte olsun. Emrimle birlikte ateş edeceksiniz “. Görevli uzman çavuşlar kurma kolunu çekip, mermiyi tüfeğin ağzına verdiler ve elleri tetikte kulübenin etrafını sardılar.

Anıl, yanında bulunan kıdemli uzman çabuş Semih ile birlikte kapıyı tekmeleyerek açtı. İçeride bir köşede kendi kendine mırıldanan bir adam gördüler. Adamın her yeri yara bere içindeydi. ” Yapmayın, yapmayın, yapmayın, çocuk daha o, çocuk o, çocuk o ” diye söyleniyordu ve çevresiyle hiçbir ilgisi yoktu. Evet, bu kişi herkesin aradığı Ali’ydi.

Hemen Ali’yi kelepçeleyip, hastaneye götürdüler. Ali yolda da sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordu: ” Yapmayın, yapmayın, yapmayın, çocuk daha o, çocuk o, çocuk o “.

Hastanede yaralarına pansuman yaptırıldı ve tekrar karakola getirildi. Fakat kendisine sorulan soruları duymuyor gibiydi. Bir psikolog eşliğinde ifadesi alınmaya çalışıldı ama fayda etmedi. Ağzından farklı tek bir kelime çıkmıyordu.

Esra’nın tişörtünden alınan parmak izleri de, Ali’yle temas ettiğini gösteriyordu. Mahkeme, Ali’nin tutuklu yargılanmasına hükmetti. Fakat Ali’nin akli dengesinin yerinde olmaması dolayısıyla, onun akıl hastanesinde tedavi görmesine karar verdi.

Anıl’ın aklını Ali’nin söyledikleri kurcalıyordu. Bu işte bir soru işareti vardı. Ali Esra’yı kaçırdıysa, neden bu sözleri söylüyordu. Yoksa ona zarar verdikten sonra mı kafayı yemişti.

Geceyi bu sorularla geçirmişti. Sabaha karşı uykuya dalmış ve çalan telefon sesiyle uyanmıştı. Arayan çocukluk arkadaşı Melike’ydi.

Melike: Anıl, sabahın bu saatinde rahatsız etmedim değil mi?
Anıl: Hayır canım, olur mu öyle şey, nasılsın?
Melike: Bırak şimdi benim nasıl olduğumu. Kahvaltı yaparken tesadüfen Müge Anlı’nın programını gördüm. Bu kız sizin orada kaçırldı değil mi?
Anıl: Kim, Esra mı, evet.
Melike: Yakalanan kişiyle ben de görüşmek istiyorum. İzin verirsen oraya gelmek istiyorum.
Anıl: Tamam canım tabii ki gelebilirsin.

Melike, oldukça iyi bir psikologtu. Olayı duyunca kayıtsız kalamamış ve yardımcı olmak istemişti. Akşam olunca Melike gelmişti. Anıl savcı ile görüşmüş ve Melike’nin zanlı ile görüşmesine izin almıştı.

Ertesi gün Melike Ali ile bir görüşme yaptı. Onun kendine has yöntemleri vardı. Ali’ye bir takım sorular sordu. Cevap alamayınca, onu farklı hamleler yaparak şaşırttı.

Ali: ” Mustafa yapma Mustafa, o daha çocuk, yapma yapma Mustafa, bırak gitsin ”

Melike, Ali’nin kendisinde olmadığını ve bu olayı yapamayacağını, Mustafa adında birinin bunu yaptığını anlamıştı. Vakit kaybetmeden Anıl’a anlattı durumu.

Anıl, elindeki listeye baktı ve ismi Mustafa olanlara yoğunlaştı. Fakat köyde tam 28 Mustafa vardı. Acaba hangisiydi bu Mustafa?

Anıl bu işin içinden nasıl çıkacağını düşünürken, köylülerden biri geldi:” Komutanım, geçenlerde benim bir ineği çaldılar, ben de oğlana söyledim kim bu diye. O da bana, baba şu eve 2 kamera takalım, çalan olursa buluruk ” dedi. ” Bizim evde kamera var, istersen gel de bi bak. ”

Anıl’ın gözünde şimşekler çaktı. Çünkü bu abinin evi, Esra’nın kaybolduğu noktaya çok yakındı. Hemen o tarih ve saate baktılar. Esra’yı görünce Anıl çok mutlu olmuştu. Orta boylu, esmer, siyah ve kıvırcık saçlı bir adamın elinden tutmuş gidiyordu. Kamera görüntüsü arkadan çektiğinden, yüzler belli değildi.

Görüntüleri izlerken, Rüstem’in oğlu Mustafa içeri girdi. ” Komutanım komutanım ” dedi. Anıl da ” Hayırdır ne oldu ” diye karşılık verdi. ” Komutanım bir iz bulduk heralde ” dedi. Anıl ” Tamam geliyorum ” dedi, askerine ” Görüntüleri kaydedip bana getirin ” dedi ve kapıya yöneldi. O sırada Mustafa kapıyı açıp çıkmak üzereydi. Bir an beyninde şimşekler çaktı. Görüntüdeki adam, Mustafa’ya çok benziyordu. ” Dur ” diye bağırdı birden.

Mustafa şaşırmıştı. “ Hayırdır komutanım ” dedi. Anıl, askerlerine dönüp, ” Yakalayın bunu ” dedi.

Mustafa’yı gözaltına almışlardı. Sorgusunu yaptılar ama Mustafa bir şey söylemiyordu.Fakat bir şeyler sakladığı belliydi.

Sorgulama yaklaşık 5 saat sürdü. Mustafa artık isyan bayrağını çekmişti. Esra’nın bulunduğu yeri söyledi. Anıl hemen sağlık ekibiyle birlikte yola çıktı. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra, Mustafa’nın söylediği yere vardılar. Kapıyı açtıklarında, gördükleri manzara karşısında herkes şok olmuştu. Esra’nın üstünde bir şey yoktu. Sadece şortu vardı ve her yeri kan içerisindeydi. Şortunda da kan izleri vardı. Esra, hareket etmiyordu. Sağlık ekibi hemen ilk müdahaleyi yaptı ve o müjdeli haberi verdi: ” Yaşıyor

Sağlık ekibi Esra’yı hemen ambulansa bindirdi ve hızla hastaneye doğru hareket etti. Anıl ise olduğu yerde kalmıştı. ” Komutanım, komutanım ” diyen askerlerin sesiyle kendine geldi ve koşarak araca doğru hareket etti.

Gaza bastı ve hızlıca karakola gitti. Nezarethanenin kapısını açtırıp, Mustafa’ya yumruk ve tekme atmaya başladı. Nöbetçi askerler araya girmeye çalıştı ama Anıl durmuyordu. Sanki o an komutan Anıl değil, Esra’nın babasıydı.

Askerler, zor da olsa Anıl’ı alıp odasına çıkardılar. Alay komutanı, kaymakam, savcı ve vali de oraya gelmişti. Fakat Anıl onları duymuyor gibiydi. Hastaneden gelecek sonucu bekliyordu. Derken hastaneden sonuç geldi: Esra’nın hayati tehlikesi yoktu. Fakat vajinasında 6 cm’lik yırtık vardı.

Anıl yerinden doğruldu ve hışımla kapıya yöneldi. Odadakiler onu zor zaptetmişti. Gözünü kapatınca kendş kızı aklına geliyor ve daha da sinirleniyordu.

Ahmet ve Ayşe ise, kızlarından gelecek iyi haberi bekliyordu. Anıl kendine gelince onların yanına gitti ve durumu elinden geldiğince yumuşatarak anlattı. Kızlarının başına gelenlere üzülen ve sinirlenen aile, onun yaşadığını duyunca yumuşamıştı.

Bu küçük kız, bu travmayı hayatı boyunca çekecekti. Fakat en azından yaşıyordu. Bu bile mutlu olmak için bir sebepti.

———————————–

Bu hikayede bahsedilen kişiler tamamen hayal ürünüdür. Fakat hikayede bahsedilen olay, gerçek olaylardan alınmıştır. Kaybolan ve hayatını kaybeden tüm evlatlarımızın mekanı cennet olsun. Yaradan bu sapıkların hepsini helak eylesin.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu